Baba Tursun Arabasına www.barantursun.com Yazdı, Gözaltında!
"Dur ihtarına uymadığı" gerekçesiyle polis kuşunuyla öldürlen Baran Tursun'un babası gene gözaltında. Avukatı, Mehmet Tursun'un aracında "www.baratursun.com" plaketi bulundurmasının polisi rahatsız ettiğini, çıkan gerginlik sonrası Tursun'un gözaltına alındığını söyledi.Bianet
Polis deyince insanlar korku duyuyor. Devlet televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan TV kurmak hâlâ yasak. Arkadaşım Ahmet Kaya'nın "Kürtçe bir klip yapacağım" dediği için nasıl linç edildiğini unutmuş değiliz.
Beyoğlu'nda bir arkadaşımla maruz kaldığımız şiddet ve sonrasında gerçekleşen gözaltı olayını, medya araçlarında açıklamaya çalıştım. Darbe koşullarını andıran bu yöntemin demokratik hiçbir anlayışla bağdaşmayacağı gibi AKP hükümetinin şiddet ve hoşgörüsüzlük temeli üzerinde şekillendirdiği yeni polis devleti olgusunun bir resmi olarak yansıdığı inancındayım. Bilindiği gibi öteden beri bu tip durumlarda devlete hakim olan zihniyete yönelik "polis devleti" eleştirileri yapılır. Son yılların 1 Mayıs günlerinde emniyet güçlerinin yol açtığı sahneler, bunun en çarpıcı örneği olarak hatırlanmaya değerdir. Polis deyince insanlar korku duyuyor
Geçtiğimiz günlerde bir grup sahte polisin güpegündüz bir kadını saçlarından sürükleyerek onlarca kişinin gözü önünde kaçırması üzerinde de çokça tartışmalar yapıldı. Emniyet yetkilileri "her polisim diyene inanmayın, kimlik sorun" diye açıklamalar yaptılar. Fakat burada asıl gözden kaçırılmaması gereken, vatandaşın polise bakış açısıdır. Yani polis deyince insanların korku duymasıdır.
Ben bu korkuyu Türkiye'nin gittiğim birçok kentinde bizzat yaşıyor ve tanık oluyorum. Anadolu da ve özellikle Alevilerin yaşadığı yerlerde inanılmaz bir korku ve sindirme dayatması hâlâ yoğun bir şekilde sürdürülmektedir. Afişte "katliam" yazıyor diye
12 Aralık Cuma günü Maraş katliamı yıldönümü nedeniyle Pazarcık'ta katıldığım bir etkinlikte polisin olağanüstü önlem ve engelleme girişimleri son derece düşündürücüydü. 30 yıl önce önlem almayarak yüzlerce alevinin ölümüne sebep olan devlet, katliamı kınamaya dönük yapılan etkinliğe tahammül edemedi.
Benden, yıllar öncesinden kalmış ve tamamen muhalif sanatçıları engelleme ve aşağılama maksadıyla talep edilen belgeler istendi. Nüfus kayıt örneği, ikametgah belgesinin yanında savcılıkta sicilime dair ayrıca bir belge talebinde bulunuldu. Konser salonunun önünde Maraş'tan getirilen takviye polis güçleriyle adeta bir baskın ve işgal havası yaratıldı. Konser'e gelen insanlar arandıktan sonra salona alındılar ve Maraş katliamını kınayan Pir Sultan derneği afişini "katliam" sözcüğü geçiyor diye asılmasına izin vermediler. Sadece Pazarcık'ta değil, daha önce gittiğim İmranlı, Arguvan ve daha başka birçok yerde benzer baskı ve yasaklarla karşılaştım. Devlete göre muhalif eşittir düşman
Devlet başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere kendisine muhalif olan herkesi "düşman" gibi görüyor. Bu bakış açısı değişmediği sürece bu kesimlerden biri olarak veya bu kesimlerin demokratik haklarını savunan sanatçılar ve aydınlar polisin bu keyfi davranış ve şiddetini yaşamaya devam edeceklerdir.
Polistir sorar; polistir döver; polistir işkence yapar; polistir öldürür... Türkiye bu zihniyeti aşmak zorundadır. Ne zamanki polis deyince, her birimizin aklına sadece güvenliğimiz gelirse, o zaman Türkiye'de gerçekten bir şeyler değişmiş veya değişmeye başlamış demektir. Emniyet güçlerinin önüne gelene "suçlu" veya "potansiyel suçlu" muamelesi yapmasının bizlerde yarattığı kaygı, açıkça, can güvenliği kaygısıdır. Polisin can güvenliğimizin teminatı değil, korku ve endişe kaynağımız olması normal değildir. TRT'nin Kürtçe yayını
TRT'nin mevcut kanallarından birinin Kürtçe yayına başlaması konusuna bu bağlamdan bakmak ve değerlendirmek istiyorum.
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ve Kürtçe hep inkar edildi. Eğer şimdi bu inkar siyasetinden vazgeçiliyorsa bu elbette olumlu bir şeydir. Fakat devlet bugüne kadar açık ve resmi olarak bu inkar anlayışından vazgeçtiğini deklare etmiş değildir. Ortada tuhaf bir durum var. Devlet televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki yasaklar da devam ediyor.
Kürtçe olduğu için bölge belediyelerince parklara verilen isimler iptal edilmekte ve dahası Kürtçe'de var olan bazı harflerin kullanılması da hâlâ yasaktır. Hâlâ birçok Kürt siyasetçisi hakkında seçim çalışmaları esnasında Kürtçe konuştuğu için açılan davalar devam sürüyor. Bu davaların kıskaca aldığı kişilerden biri de benim. Yıllar önce Mardin'de bir seçim mitinginde söylediğim Kürtçe şarkı yüzünde açılan dava hala sürmektedir. Arkadaşım Ahmet Kaya'nın "Kürtçe bir klip yapacağım" dediği için nasıl linç edildiğini unutmuş değiliz.
Bütün bu gerçekler ışığında böyle bir sürecin başlatılması nedense beni heyecanlandırmadı. Bunun sanırım tek nedeni bu açılımın kendi içinde taşıdığı çelişki ve samimi olmayan yaklaşımlardır. Devletin bir an önce bu tekelci, tekçi yaklaşımını terk ederek Kürtçe yayın yapma hakkını özgür bırakması gerekir. Kürtçe yayın konusu devletin 85 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca sürdüre geldiği Kürt politikasından ayrı olarak ele alınamaz alınmamalıdır da. Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu üzerine inşa edilmiş bu tarihsel sürecin son bulması ancak ve ancak silahların susması ve toplumsal bir talep haline gelen barışa imkan tanınmasıyla mümkündür.
Peki, bütün bu olumsuzluklar ortadayken ve AKP hükümetinin Kürt sorununda demokratik olmayan söylem ve politikalarına hız vererek "ya sev ya terk et" sloganını hayata geçirmeye çalıştığı bir dönemde bu televizyon yayıncılığı neye hizmet edecektir. TRT'nin bu Kürtçe televizyon kanalı ne tür bir yayın yapacak? Bunu tahmin etmek zor değil. Niyetlerinin Kürt dilini geliştirmek, Kürt edebiyatını, sanatını geliştirmek olduğunu sanmıyorum. Yerel seçimlerim öncesinde başlatılan bu açılımın bu anlamda samimiyetten uzak olduğu aşikardır. İdeolojik yayınlarla bu alanda yaşanan yasak ve hak ihlallerin daha da meşru bir hale getirileceği kaygısı taşıyorum. Kürt sorununun çözümüne hizmet etmeyecek, tersine Kürt sorununun daha da çözümsüz kılınmasına hizmet edecektir. Yani yıllardır Türkçe olarak yaptıkları propagandaları şimdi Kürtçe dilini kullanarak yapacaklardır.
"Bir parmak bal çalma" yöntemi öteden beri AKP'nin temel bir politikası haline geldi. Yerel seçimlerde başarılı çıkmak adına yine benzer söylem ve sahte açılımlarla Kürtleri ve Alevileri kandırmaya çalışıyorlar. Kürtçe TV ve Alevi açılımı adı altında geliştirilmek istenen yaklaşımlar bu aldatma politikasının bir parçasıdır. Dolayısıyla bu politikaya alet olmak çözüm bekleyen sorunlarımızın daha a çözümsüz kılınmasına hizmet etmiş olacak.
2009 yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişmesi her şeyden önce ilkeli ve tavizsiz bir duruşun hayata geçirilmesiyle mümkündür. Kürtlerin, Alevilerin ve Türk emekçilerinin birliği, aydınlık ve özgür geleceğimizin teminatı olacaktır.
2009'un bu istemlerin karşılandığı bir yıl olması dileğimle. (FT/TK)
Polisin vurup felç bıraktığı Kırbaş'ın başka bir hastaneye sevki gerekirken hakkındaki yakalama emri kaldırılmıyor. Sanık polis Bülent Okumuş'un tutuklanması talebi yine reddedildi.
Malatya’da 3 kişinin öldürülmesi öncesinde ve sonrasında polisin suçlanmasına karşı bakanlık sadece bir ihmal saptadı Yok edilen görüntüler, 7 klasörün sanıklara, 9 klasörün ölenlere ayrılması, imla yanlışlarına kadar benzer ifadeler son derece normalmiş!Milliyet
TBMM yetkilisi bile polisten bilgi alamıyor Polisin bir aileyi dövdüğünü Radikal’den öğrenen İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer?Üskül olayın peşine düştü ama ‘kendini koruyan mekanizma’ karşısında o bile çaresiz kaldı
"Polis bize haber sızdırır, iyi ki varsın Emniyet!"
Aksiyon dergisi bu hafta sayfalarını polis teşkilatının savunulmasına ayırmış. Dergi, Ergenekon soruşturmasında haksız yere eleştirildiğini düşündüğü polis teşkilatı için, polis gününde kullanılmak üzere, "yaratıcı" afişler de hazırlamış.
Aksiyon dergisi bu haftaki sayısında dikkatleri Ergenekon Operasyonu'na yönelik eleştirilerde "mağdur" olduğunu ileri sürdüğü polis teşkilatına çekiyor. Derginin haberine göre, "Ergenekon Terör Örgütü'ne yönelik soruşturmayı yürüten polisler, operasyonun başladığı günden itibaren her türlü haksız eleştiri ve tepkiyle karşı karşıya kalıyorlar", ancak, Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından gözaltına alınanlar "polisi övücü" sözler etmekten geri durmuyorlar.
Ergenekon Davası'nda Başbakan kendisini "savcı", ana muhalefet partisi lideri de "avukat" ilan etmişken, Aksiyon dergisi de Ergenekon sürecinde haksızlığa uğradığını düşündüğü polis teşkilatını savunmayı iş edinmiş. "Aslında sadece savcı ve hâkimden aldıkları talimatı uygulamaya çalışan" Emniyet Teşkilatı'nın, "Ergenekon Terör Örgütü'ne (ETÖ) yönelik soruşturmanın başladığı günden itibaren belli bir kesimin hep hedef tahtasında" olduğunu ve "çok sert ve haksız eleştirilerin yanı sıra tehdit ve baskıya da maruz kaldığını" ileri süren Aksiyon dergisi, Ergenekon soruşturması dolayısıyla tutuklanarak serbest bırakılan bazı isimlerin polisi "övücü" sözlerinden yola çıkarak, polis teşkilatına, polis haftasında kullanılmak üzere afiş önerileri sunmuş.
Dergi, Yalçın Küçük, İlhan Selçuk, Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Mustafa Balbay, Sabih Kanadoğlu, Sinan Aygün, Nurseli İdiz gibi isimlerin Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak serbest bırakılmalarının ardından yaptıkları açıklamalardan, polise dair alışıldık kötü muamele sahnelerinin yaşanmadığını ifade eden sözlerini alarak, "afiş çalışmaları" haline getirmiş.
Afişlerden biri, Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınarak tutuklanan ve 15 gün sonra bırakılan Yalçın Küçük'ün, serbest bırakılmasının ardından, eskiden kalma bir davasına ilişkin bir işlem gerekçe gösterilerek yeniden Emniyet'e götürülmesiyle ilgili olarak söylediği, "Emniyet beni çok sevdiği için hemen bırakmak istemedi. Onun için biraz daha beraber olduk" sözlerini taşıyor.
Poliste "yeni jenerasyon" Aksiyon dergisi, son dönemde F tipi örgütlenmenin neredeyse tamamen hakim olduğu iddia edilen polis teşkilatının son yıllarda "çok değiştiğini" özel olarak vurgulamayı da ihmal etmemiş. Dergideki haber, poliste son dönemdeki değişikliği tarif eden şu paragrafla son buluyor: "Aslında emniyet teşkilatındaki bu değişim artık yeni nesil polislerin daha donanımlı olduğunu da gösteriyor. Üniversite mezunu, internet ve bilişim konusunda uzman, uluslararası ilişkiler, tarih, sosyoloji gibi belirli alanlarda master ve doktora yapan yeni bir jenerasyon var artık".
Ankara’yı kazarak başladılar işe. Bir de Hatay’ı. Bizim de yıllardır söylemekten bıkmadığımız, bu memleketin kazıcılara ihtiyacı olduğu. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sıkı bir arkeoloji çalışması beklediği. Şimdi karşılaştıklarımız, kaybedip bir türlü bulamadığımız ya da bir yol köşesinde, bir orman kuytusunda, kimsesizler mezarlığında cesedini bulup katillerini bir türlü yakalayamadıklarımızı yok eden, yenilerini yok etmek için bekletilen silahlar. Ergenekon harekâtının yürütülüş biçimi hakkında şiddetli hassasiyet gösterip ulaşılan bilgileri hiçe sayan, her şeyin Cumhuriyeti yıkma komplosunun bir parçası olduğunu iddia eden başta Baykal olmak üzere bütün statükocular ne istiyor olabilir? Kimi rütbelerini ve iktidar ilişkilerini kullanmaktan çekinmeyen insan gruplarının çeteler kurmak, silahlanıp suikastler yapıp toplu mezarlar kazmak ve benzeri eylemlere hakkı olduğuna inanıyorlar besbelli. Vatan söz konusu ise her şey teferruattır’a imanları sonsuz. Kimi hakikatlerin devletin bekası adına birer sır olarak sonsuza dek mühürlenip gömülü kalmasını istiyorlar. Kimi çok değerli postlarda icra eylemiş vatandaşların bir zamanlar yine çok değerli postlarda icra eylemiş ama kuyruğu kaptırıp hüküm yemiş bir vatandaşla birlikte alınması, dolayısıyla anılması, onları çok incitiyor. Hayır, işkence, kötü muamele, aşağılayıcı tavır ve benzeri söz konusu değil. İtibar sarsıntısı bile katlanamadıkları bir durum. Katlanabildikleriyse, katledilen Kürt vatandaşları, iş adamları, kuyularda asite atılan cesetler, uyuşturucu baronları, silah tacirleri, vahşi milliyet sabotajları, suikastler. Halkına, halkının acılarına bu kadar kayıtsız kalabildikten sonra devlet denilen o kuytuda rütbelenmiş, semirmiş, apoletlerini altınlarıyla değiştirmiş, yazlıklarını cephaneliğe dönüştürmüş, oraya buraya silahlar ve kim bilir ne cesetler gömmüş adamların tutuklanması karşısında böylesine kıyamet koparabilmenin mutlaka birinci dereceden bir nedeni vardır. Daha kazılacak çok şey var. Ama Ergenekon davasının artık geri dönülemeyecek noktaya doğru hızla gittiğini kabul etmek lazım. Çünkü kazı başlamış durumda.
Şüheda mı fışkıracak Bu toprakları sıksan yalnız şehitler mi fışkırır? Bir kez kazmaya başlandıysa daha kazılması gereken çok kuyular, çok toplu mezarlar var. Birkaçını hatırlayalım mı? 2004 yılında, 11 cesede ait olduğu anlaşılan kemikler, 10 yılı aşkın bir süredir yerleşime kapalı olan bir bölgede, bir dere yatağında bulunmuştu. Oracıkta topluca katledilmiş olduklarına dair bulgular vardı. Gömülmemişler bile. 2003 yılının Eylül ayında da Muş-Kulp karayolunun inşasında çalışan işçiler, çalışmaları sırasında insan kemikleri buldukları iddiasıyla Savcılığa başvurdu. Bildiğimiz kadarıyla bir araştırma yürütülmedi. 1993 yılında Alaca köyünde gözaltına alınıp kaybolan 11 köylü neredeyse unutulacaktı. İHD Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Selahattin Demirtaş, “Kemiklerin kayıp köylülere ait olabileceği görüşümüzü iki teşhis güçlendirdi. Biri eşine, bir mağdur da orada bulunan kumaş parçalarının kardeşine ait olduğunu açıkladı. Ayrıca kemiklerin bulunduğu yerin 5-10 metre yükseğindeki tepede 20 kadar uzun namlulu silahlara ait mermi kovanı, aynı yere 700-800 metre geride ise bol miktarda konserve kutusu bulundu. Tepedeki kovanlar bize, bu kişilerin buradan taranarak öldürülmüş olabileceğini açıkça düşündürtüyor. Bulunan kutuların da operasyon amacıyla buraya yerleşen birliğe ait olması çok kuvvetli ihtimal” diyordu. 9 Ekim 1993 günü Muş-Kulp-Lice üçgeninde yapılan operasyonda Alaca Köyü’nde tutuklanan Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutus, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmetşah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya ve Ümit Taş’dan bir haber alınamamıştı. O dönem sıkça kapağı açılan muamma dosyasına yazılmışlardı. Kulp Savcılığı’na tahkikat için dilekçe ile başvuran kayıp yakınları, bir sonuç alamadılar. Operasyon, General Yavuz Ertürk himayesinde yapıldı. Dava dosyasında, operasyonun Bolu Jandarma Tugayı’ndan geldikleri anlaşılan 2 bin 500 asker tarafından yapıldığı belirtiliyor. Operasyona General Ertürk’ün bizzat komutanlık ettiği kaydediliyor. Tanıkların ifadelerinden de anlaşıldığı gibi olay günü askerlerin köylüleri operasyon bitene kadar elleri bağlı olarak tuttukları, sonra da helikopterlere bindirerek götürdükleri anlaşılıyor. ‘Yetkililer’, kaybolan 11 köylünün PKK’ya katıldıklarını ileri sürerek kendini savunmuştu. Oysa AKP Milletvekili Torun’un da dediği gibi, “Toplu mezarın gerçekten köylülere ait olduğu anlaşılırsa, örgüte katıldıklarına ilişkin iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkacak”tı. Çıktı da. DNA testi, o kemiklerin 93’te kaybolan köylülere ait olduğunu kesinleştirdi. Yanı başımızda patlayan bu toplu mezar; adını, dilini, kaydını bildiğimiz insanların bir dere kıyısında topluca kurşuna dizildiğini; arkalarından bir dua okunmasından geçtim, mezarlarını kazmak bile külfet geldiğinden öylece kurda kuşa terkedildiklerini anlatıyordu. O günlerde yazmışım: “Onları kimin kurşuna dizdiğini, bu konunun araştırılmasının bile nasıl yakınlarına zulümle cezalandırıldığını, 11 hayatın, daha binlercesiyle birlikte nasıl örtbas edildiğini öğrenmek istemiyor musunuz? Geride kalanların neredeyse 13 yıldır yaşadığı acıyı yüreğimizde, aklımızda, hayatımızın yordamında bir tartmak bize bir şeyler kazandırmayacak mı, sizce? Acının konaklarında anlayabiliriz birbirimizi. Kulp’ta sürüye sayılan Kürt’le burada diriye sayılan Türk’ün aslında çok da farklı yerlerinden kanamadığını hissettiğimizde önemli bir adım atmış olacağız. Görmezden geldikçe, yeni çukurlar kazılıyor usul usul. İyi çocuklar cirit atıyor kanayan bağrımızda. Görmezden geldikçe acıların kolay hazmedildiği bu coğrafyada torunlarımıza neyin soykırım neyin katliam, neyin kıyam olduğu üstüne birbirlerini kıyasıya vatan haini diye yaftalayabilecekleri bir tarih paketi bırakıyoruz demektir.” Şimdi artık tanımaya başladığımız Ergenekon kaçağı Levent Sönmez’i devletin yakın zaman önce göğsünü siper ederek koruduğunu, onu 25 Ocak 2001’te çağrı üzerine Silopi Jandarma Komutanlığı’na giden, sonra da kendilerinden bir daha haber alınamayan HADEP Silopi İlçe yöneticileri Serdar Tanış ile Ebubekir Deniz’in kayıp edilmeleriyle ilişkilendiren Evrensel gazetesini mahkûm etmişti. D evlet Güvenlik Mahkemesi (DGM), Şubat ve Mart 2001’de bugün aranan eski Şırnak Jandarma Alay Komutanı Ersöz’ü koruyan kararının dili nasıldı dersiniz? Mahkeme Ersöz’ü ‘Terörle mücadelede görev almış kamu görevlisi’ olarak nitelendiriyor, haberde Ersöz’ün kimliğine yer verilerek ‘terör örgütlerine hedef gösterildiği’nden dem vuruyordu. Şimdi kaçak Ersöz’ün marifetlerinden rahatlıkla söz edebiliyor olmamız bile kutlu bir durumdur. Tanış ve Deniz’in cesetlerinin de asit kuyularından çıkabileceği bekleniyor. Nitekim Şırnak Barosu ’nun, Tuncay Güney ’in JİTEM tarafından 1990 ’lı yıllarda öldürülen pek çok kişinin asitle yakıldıktan sonra Silopi ’de bulunan BOTAŞ Tesisleri’ne ve Cizre-Silopi güzergâhındaki bazı noktalara açılan kuyulara gömüldüğü yönündeki bilgilere ilişkin suç duyurusunu dikkate alan Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı, kuyuların açılması yönünde karar verdi. O dönem yakınlarını kaybetmiş olanlar şimdiden dizilmeye başladı kuyuların önüne. Memleketin yüzölçümü geniş. Yerimizse çok dar. Yeraltının kamuoyuna açılması hepimize kutlu olacaktır.
ANKARA - Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın’ın Arena programında yaptığı açıklamalar ve Ergenekon davasının iddianamesinde yer alan bilgiler, faili meçhul cinayetlerin yoğun yaşandığı karanlık bir döneme ilişkin bazı ipuçlarını ortaya koydu. 1993’te Meclis’te kurulan ve iki yıl boyunca çoğu Diyarbakır, İstanbul ve Mardin’de olmak üzere 1000’den fazla ölümü araştıran TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun üyeleri, bugün ortaya çıkan bilgiler ışığında geçmişe baktıklarında o gün yaptıkları ‘tespitlerin’ ne kadar doğru olduğunu gördü. Komisyon üyeleri, faili meçhul cinayetlerin ‘devlet adına iş yapanlar’ca ‘devletin menfaati’ gerekçesiyle işlendiği görüşünde. Ancak delilleri ortaya konulmadı. Çünkü, bu kişiler, yine devlet adına çalışanlarca korundu.
Aşık: Hizbullah nerede? Komisyon üyelerinden Eyüp Aşık, “Hizbullah ne oldu?” diye sordu. Faili meçhullerin arkasında daha çok Hizbullah örgütünün yer aldığını kaydeden Aşık, “Güneydoğu’da terörle mücadelede devletin en etkili üç silahı vardı. Özel tim, koruculuk ve Hizbullah. PKK’ya asıl darbeyi Hizbullah vurmuştu. Daha sonra Hizbullah örgütüne resmen son verildi. Devlet o zaman büyük ölçüde onların arkasında duruyordu” dedi. Adıyaman’da Hizbullah’ın 80 çeşit faaliyetini gözüyle gördüğünü ancak Emniyet Müdürü ve dönemin İçişleri Bakanı’nın ‘Hizbullah diye bir şey yok’ dediğini anlatan Aşık, “Orada anlıyordum ki, o dönemde Hizbullah’a destek veriliyordu” dedi. Aşık, komisyon olarak faili meçhullerle ilgili birçok şeyi araştırmaya kalktıklarını ancak bilgi alamadıklarını da vurguladı: “Birinden bir şey istedik bilgi gelmedi, öbürü sorgulanamadı, yardımcı olunmadı. Özel tim, Hizbullah, Ergenekon belki bilmediklerimiz de var, o dönem terörle mücadelede başarılı olunmuştur ama hukuk, insan hakları gitmiştir.”
Korkutata: Engellendik Komisyon üyelerinden Hüsamettin Korkutata, çalışmalarının ‘egemen güçler’ tarafından engellendiği görüşünde: “Askerin içinde olanlar, buna savcılar da dahil, bu konuda etkili noktada bulunanlar önümüzü tıkıyordu. Nusret Demiral (eski DGM Başsavcısı) bütün mahkemelere bilgi ve belge almamızı engelleyen yazılar yazıyordu. Bilgi verilmeyince, komisyonun cebren bilgi alma yetkisi yoktu. Özel Harp Dairesi’nden insanlar çağırdığımız zaman göndermiyorlardı. Meclis Başkanlığı’na dahi telefon ediyorlardı, ‘Bunları istemeyin’ diye. O gün asker önünü tıkamıştı ama bugünkü komuta kademesi bu bilgilerin önünü açmıştır.” Bu olayların içinde Ayhan Çarkın gibi yüzlerce kişi olduğunu kaydeden Korkutata, “Yeşil, Mahmut Yıldırım gibi çok çok insan var. O zamanlar ‘devlet sırrı’ denilmeyip anlatılsaydı, soruşturmalar açılsaydı bu kadar faili meçhuller olmazdı. Çarkın, bunları söylemeli. Başkaları da açıklamalı” dedi. Cinayetlerin devletin içinde kendini daha çok devletçi sananlarca bilindiğini söyleyen Korkutata, Veli Küçük’ün bunlardan biri olduğunu savundu. Korkutata, “Çünkü bunlarla irtibatı vardı. İtirafçı ordusu vardı, bunları devlet adına kullanıyordu” dedi. Savaş Buldan cinayetini de soruşturduklarını anımsatan Korkuata, sözlerini şöyle sürdürdü: “JİTEM’in kapısında kayboldu. Ondan sonra kimse bilgi vermiyor. Batman’da bilgi veren Emniyet Müdürü’nü görevden aldılar. Ondan sonra adamların ağzını bıçak açmıyor. Bunlar kendiliğinden olan şeyler değil. Hepsi sıkıştırılıyordu. Faili meçhullerin, kendisini devletten daha çok devletçi sanan kişiler tarafından yapıldığı inancı içindeyim. Devletin menfaati diye yaptılar. Birileri de bunları korudu, iyi ki yapılmış deyip üzerine gitmedi. Savcılar da gitmedi. Biz Batman Valisi hakkında suç duyurusunda bulunduk ama hiçbir şey yapılmadı. Daha sonra bu adamın silah işine karıştığı tespit edildi ve hakkında silahtan muamele yapıldı. Uğur Mumcu olayında şahitlerden birinin ifadesinde tahrifat vardı. Sonra o kişi kaçırılıyor, adresi verilmiyor. Bazı şeyler çürütülüyor, sonra ortaya çıkarılıyor.”
Yılmaz: ‘Konuşmayın’ denildi Komisyon üyesi Mustafa Yılmaz ise o dönem bazı gerçeklerin saptandığını, üzerinde durulsa birçok olayın aydınlatılabileceğini ancak Meclis’in hazırlanan raporu gündeme bile almadığını söyledi. Yılmaz, her şeyin devlet sırrı kapsamına girdiğini belirtti: “Eski DGM Başsavcısı Nusret Demiral, Emniyet’e yazı yazarak, ‘komisyon üyelerine bilgi vermeyin’ diye talimat vermişti. Özel Harp Dairesi ile ilgili Genelkurmay Başkanlığı’na yazı yazıp, yetkilileri dinlemek istemiştik. Genelkurmay, Meclis Başkanı’na telefon ederek, ‘Komisyon ne yapmak istiyor? Biz elemanlarımızı deşifre ettirmeyiz’ demişti. Hukuki yetki yoktu, önümüzde siyasi ve bürokratik engeller vardı.. Bugün Ergenekon davası açıldı ama eksik. Hiç mi bu davada polis yok? O dönemde bazı suçluları yurtdışına kaçırmak için Nevşehir’de polislerin pasaport verdiğini biliyoruz”
Seyfi: Delilleri vermediler Komisyon üyesi Osman Seyfi ise Abdi İpekçi cinayetinde başlayarak süre gelen faili meçhulleri incelediklerini belirterek “Devlet içinde bir oluşumun olduğu yolunda şüphelerimiz vardı. Ama pek de ipucu yakalanmadı. Resmi makamlar delilleri bize vermedi” dedi. Faili meçhul cinayetlerin çözümü için siyasi iradenin tarafsız kalarak, yargının arkasında durarak olayları çözebileceğini kaydeden Seyfi, “Ama bundan siyasi rant sağlamaya çalışılırsa sonuç çıkmaz” dedi.
‘Geçmişin izi Ergenekon’da’ ‘Faili meçhul’ cinayete kurban giden Kürt işadamı Savaş Buldan’ın eşi DTP milletvekili Pervin Buldan, geçmişte yaşanan bu cinayetlerin aydınlatılması için Ergenekon davasının iyi bir fırsat olduğuna inanıyor: “Davanın üzerine gidilmesi, Ayhan Çarkın’ın yeniden yargılanması gerekiyor. Çarkın’ın basında çıkan ifadeleri ışığında yeniden bir Meclis araştırması istiyorum. Bu nedenle önerge verdim. Cevap alamadım henüz. Türkiye’deki faili meçhul cinayetler bu gelişmeler ışığında yeniden incelenmeli.” Çarkın’ın geçmişteki cinayetlerde parmağı olduğunu bildiklerini söyleyen Buldan, “O dönem hiçbir işlem yapılmadığı gibi bugün çıkmış diyor ki; ben 1000 cinayet işledim. Bu 1000 cinayet içinde benim eşim de var. Bunu çok iyi biliyorum. Biz o dönem bu ismi görgü tanıklarına dayanarak tespit ettik” dedi.
Yalçın Ergündoğan yalcin.ergundogan@sesonline.net YAŞAM SAVUNUSU
2009-01-20 - 21:31:00
‘O benim babam...’
Hastane kapısında genç bir kadın. Ağlamaklı. Belli ki bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yüz ifadesinin dışavurumundan ve sesinin titrekliğinden çok belli. Bir yakını, yürekten sevdiği biri için, canını vermeye hazır gibi. Kendisine uzatılan mikrofonlar, yüzündeki ağlamaklı halini biraz daha görünür kılan kameraların ışıkları altında “O benim babam...” diyor. “Babamın durumu çok ağır... Babam şu anda yoğun bakımda. Damarının birine stent takılı. Bir damar yüzde 50, diğeri yüzde 90 tıkalı. Bunlara da stent takılmasını istiyoruz" diyor ağlamaklı sesi ile...
Sonradan annesi olduğunu öğrendiğimiz yüzü asık, resmi duruşlu kadın ise kameraların önünde kızını kolundan tutup çekiştiriyor: “Kimseye açıklama yapmıyoruz!..” Ama ağlamaklı genç kadın ise, annesine inat açıklamalarını sürdürüyor. "Ben bunun insani boyutunu anlatıyorum. Bu insan ‘benim babam’. Şu anda uyuyor. Henüz göremedim. Hayati tehlikesi var. Anjiyosu yapıldıktan sonra prostat ameliyatı acilen yapılmalı... Dedemizi prostattan kaybettik. Babamızın kanserden ölmesini istemiyoruz!..”
* * *
Yürek acıtan yukarıdaki sözler, Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) operasyonun kendisine uzandığı bilgisini edinir edinmez Rusya'ya kaçtığı polisçe tespit edilen ve önceki gün yakalanıp, sorgusunun ardından tutuklanan "Sarı Levent" lakaplı general Levent Ersöz’ün kızı Fulya Ersöz’e ait... Konduğu cezaevinde kalp krizi geçiren Emekli tümgeneral Levent Ersöz, Veli Küçük'ün ve dönemin Jandarma Genel Komutanı orgeneral Şener Eruygur'un istihbarat başkanı olarak çok yakınında bulunan kişi. Oramiral Özden Örnek’in notlarına göre de; “Ayışığı" ve "Sarıkız" kod adlı darbe girişimlerinde gerekli organizasyonu yapan kişilerden. “Eruygur cuntası”nın kilit isimlerinden biri... 2001'de Silopi HADEP İlçe Başkanı Serdar Tanış'la yardımcısı Ebubekir Deniz'in çağırıldıkları jandarma binasında kaybolmasından, -Şırnak Alay Komutanlığı yapan- Ersöz sorumlu tutuluyor. Ersöz'ün HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz’i jandarmaya davet eden isim olduğu biliniyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne kadar giden davada Türkiye tazminat ödemeye mahkûm oldu. AİHM'nin bilgi istediği Ersöz ifade bile vermedi. O dönemde albay olan Ersöz, daha sonra generalliğe terfi ettirildi.
“BABAMIZ NEREDE?”
Şırnak, Silopi Merkez Jandarma Karakolu yetkililerince 25 Ocak 2001 tarihinde karakola çağrılan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz, aradan geçen yıllara rağmen hala bulunamadı.
Serdar Tanış’ın eşi Selma Tanış,"Olayın üzerinden seneler geçmesine rağmen bu kişiler hakkında hiç bir işlemin yapılmaması acımıza acı katmaktadır. Biz faillerin bir an önce ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Eğer eşim sağ ise bize teslim edilsin. Eğer öldürmüşlerse biz onun ölüsünü de istiyoruz." Hêja ve Diyar isminde 2 çocuğu olan Selma Tanış, eşi kaybedildiği zaman çocuklarının küçük yaşta olduklarını belirterek, "Çocuklar o dönemde çok küçüktü. Onun için her gün 'babamız nerede' diye soruyorlar. Ben de onları oyalıyorum. Ama çocuklara bir gün gerçeği söylemek zorundayım. Ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum" diyor.
* * *
Mevlit , Ceylan , Hevin ve Serkan adlı 4 çocuğu olan Ebubekir Deniz'in eşi Divan Deniz, ise çaresiz. Acılar içinde şunları söylüyor:
"Büyük oğlum ve kızım, babalarının kaybedildiğinden haberdar. Ancak diğer iki çocuğum babaları kaybedildiği zaman yaşları küçük olduğu için babalarının kaybedildiğinden habersiz. Küçük çocuklarım babalarını sorduklarında onlara cevap veremiyorum. Ben çocuklarıma nasıl 'babanız kaybedildi' diyebilirim ki? Bayramlarda 'babamız niye bayrama gelemedi' diye soruyorlar. Yıllar geçti. Onları çok özledik."
Oğlunu yitiren bir ananın feryadı ile konuşan Ebubekir Deniz’in annesi Emine Deniz ise; “Benim yüreğimi yaktılar. Ama ben ‘onların ki de yansın’ demeyeceğim. Sadece oğlumu istiyorum. Bedenine bir kez daha dokunmak istiyorum. Saçlarını okşamak istiyorum. Ama biliyorum ki bir daha olmayacak. Bu kapıdan içeri girmeyecek. O zaman bana mezarını versinler'
* * *
Masum çocukların ağlamadığı, çaresizlik içinde çırpınmadığı, evrensel hukuk kurallarının işlediği bir Türkiye’yi yaratmanın yolu ‘Ergenekon Terör Örgütü’ gibi yapılanmaların, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde en son halkasına dek dağıtılmasını gerektirmiyor mu?..
Toplumca bunda uzlaşamayacaksak, nerede uzlaşacağız?.. SesOnline
Ekim 2008’de adli tutukluların linç etmeye çalıştığı PKK’lı kadın tutuklulara slogan attıkları gerekçesiyle ‘gürültü çıkartmak’tan kınama cezası verildi. Olaydan sonra iki kadın tutuklu başka cezaevine gönderildi...Radikal
"Bazen adaletsizlik ve haksızlıkları önleyebilecek gücümüz olmayabilir ancak bunlara karşı çıkıp protesto etmemek için hiç bir mazeretimiz asla olmamalı."Elie Wiesel
13 comments:
Amansız takip!
Sokakta terör estiren polisin son adresi bir hastane oldu. Acili, silahla basan polisler çalışanları tehdit etti. Evrensel
Mersin’de 83 yaşındaki Mahmut Coşkun’a yardım için 155’i arayan iki kardeş ve amcaları yardım istedikleri polisten dayak yediler. Radikal
Baba Tursun Arabasına www.barantursun.com Yazdı, Gözaltında!
"Dur ihtarına uymadığı" gerekçesiyle polis kuşunuyla öldürlen Baran Tursun'un babası gene gözaltında. Avukatı, Mehmet Tursun'un aracında "www.baratursun.com" plaketi bulundurmasının polisi rahatsız ettiğini, çıkan gerginlik sonrası Tursun'un gözaltına alındığını söyledi.Bianet
2009'a Girerken Halimiz, Ahvalimiz...
Polis deyince insanlar korku duyuyor. Devlet televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan TV kurmak hâlâ yasak. Arkadaşım Ahmet Kaya'nın "Kürtçe bir klip yapacağım" dediği için nasıl linç edildiğini unutmuş değiliz.
Beyoğlu'nda bir arkadaşımla maruz kaldığımız şiddet ve sonrasında gerçekleşen gözaltı olayını, medya araçlarında açıklamaya çalıştım. Darbe koşullarını andıran bu yöntemin demokratik hiçbir anlayışla bağdaşmayacağı gibi AKP hükümetinin şiddet ve hoşgörüsüzlük temeli üzerinde şekillendirdiği yeni polis devleti olgusunun bir resmi olarak yansıdığı inancındayım. Bilindiği gibi öteden beri bu tip durumlarda devlete hakim olan zihniyete yönelik "polis devleti" eleştirileri yapılır. Son yılların 1 Mayıs günlerinde emniyet güçlerinin yol açtığı sahneler, bunun en çarpıcı örneği olarak hatırlanmaya değerdir.
Polis deyince insanlar korku duyuyor
Geçtiğimiz günlerde bir grup sahte polisin güpegündüz bir kadını saçlarından sürükleyerek onlarca kişinin gözü önünde kaçırması üzerinde de çokça tartışmalar yapıldı. Emniyet yetkilileri "her polisim diyene inanmayın, kimlik sorun" diye açıklamalar yaptılar. Fakat burada asıl gözden kaçırılmaması gereken, vatandaşın polise bakış açısıdır. Yani polis deyince insanların korku duymasıdır.
Ben bu korkuyu Türkiye'nin gittiğim birçok kentinde bizzat yaşıyor ve tanık oluyorum. Anadolu da ve özellikle Alevilerin yaşadığı yerlerde inanılmaz bir korku ve sindirme dayatması hâlâ yoğun bir şekilde sürdürülmektedir.
Afişte "katliam" yazıyor diye
12 Aralık Cuma günü Maraş katliamı yıldönümü nedeniyle Pazarcık'ta katıldığım bir etkinlikte polisin olağanüstü önlem ve engelleme girişimleri son derece düşündürücüydü. 30 yıl önce önlem almayarak yüzlerce alevinin ölümüne sebep olan devlet, katliamı kınamaya dönük yapılan etkinliğe tahammül edemedi.
Benden, yıllar öncesinden kalmış ve tamamen muhalif sanatçıları engelleme ve aşağılama maksadıyla talep edilen belgeler istendi. Nüfus kayıt örneği, ikametgah belgesinin yanında savcılıkta sicilime dair ayrıca bir belge talebinde bulunuldu. Konser salonunun önünde Maraş'tan getirilen takviye polis güçleriyle adeta bir baskın ve işgal havası yaratıldı. Konser'e gelen insanlar arandıktan sonra salona alındılar ve Maraş katliamını kınayan Pir Sultan derneği afişini "katliam" sözcüğü geçiyor diye asılmasına izin vermediler. Sadece Pazarcık'ta değil, daha önce gittiğim İmranlı, Arguvan ve daha başka birçok yerde benzer baskı ve yasaklarla karşılaştım.
Devlete göre muhalif eşittir düşman
Devlet başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere kendisine muhalif olan herkesi "düşman" gibi görüyor. Bu bakış açısı değişmediği sürece bu kesimlerden biri olarak veya bu kesimlerin demokratik haklarını savunan sanatçılar ve aydınlar polisin bu keyfi davranış ve şiddetini yaşamaya devam edeceklerdir.
Polistir sorar; polistir döver; polistir işkence yapar; polistir öldürür... Türkiye bu zihniyeti aşmak zorundadır. Ne zamanki polis deyince, her birimizin aklına sadece güvenliğimiz gelirse, o zaman Türkiye'de gerçekten bir şeyler değişmiş veya değişmeye başlamış demektir. Emniyet güçlerinin önüne gelene "suçlu" veya "potansiyel suçlu" muamelesi yapmasının bizlerde yarattığı kaygı, açıkça, can güvenliği kaygısıdır. Polisin can güvenliğimizin teminatı değil, korku ve endişe kaynağımız olması normal değildir.
TRT'nin Kürtçe yayını
TRT'nin mevcut kanallarından birinin Kürtçe yayına başlaması konusuna bu bağlamdan bakmak ve değerlendirmek istiyorum.
Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ve Kürtçe hep inkar edildi. Eğer şimdi bu inkar siyasetinden vazgeçiliyorsa bu elbette olumlu bir şeydir. Fakat devlet bugüne kadar açık ve resmi olarak bu inkar anlayışından vazgeçtiğini deklare etmiş değildir. Ortada tuhaf bir durum var. Devlet televizyonunda Kürtçe yayına geçiliyor, ama sadece Kürtçe yayın yapan TV kurmak hâlâ yasak. Kürtçe üzerindeki yasaklar da devam ediyor.
Kürtçe olduğu için bölge belediyelerince parklara verilen isimler iptal edilmekte ve dahası Kürtçe'de var olan bazı harflerin kullanılması da hâlâ yasaktır. Hâlâ birçok Kürt siyasetçisi hakkında seçim çalışmaları esnasında Kürtçe konuştuğu için açılan davalar devam sürüyor. Bu davaların kıskaca aldığı kişilerden biri de benim. Yıllar önce Mardin'de bir seçim mitinginde söylediğim Kürtçe şarkı yüzünde açılan dava hala sürmektedir. Arkadaşım Ahmet Kaya'nın "Kürtçe bir klip yapacağım" dediği için nasıl linç edildiğini unutmuş değiliz.
Bütün bu gerçekler ışığında böyle bir sürecin başlatılması nedense beni heyecanlandırmadı. Bunun sanırım tek nedeni bu açılımın kendi içinde taşıdığı çelişki ve samimi olmayan yaklaşımlardır. Devletin bir an önce bu tekelci, tekçi yaklaşımını terk ederek Kürtçe yayın yapma hakkını özgür bırakması gerekir. Kürtçe yayın konusu devletin 85 yıllık cumhuriyet tarihi boyunca sürdüre geldiği Kürt politikasından ayrı olarak ele alınamaz alınmamalıdır da. Kürtlerin inkarı ve asimilasyonu üzerine inşa edilmiş bu tarihsel sürecin son bulması ancak ve ancak silahların susması ve toplumsal bir talep haline gelen barışa imkan tanınmasıyla mümkündür.
Peki, bütün bu olumsuzluklar ortadayken ve AKP hükümetinin Kürt sorununda demokratik olmayan söylem ve politikalarına hız vererek "ya sev ya terk et" sloganını hayata geçirmeye çalıştığı bir dönemde bu televizyon yayıncılığı neye hizmet edecektir. TRT'nin bu Kürtçe televizyon kanalı ne tür bir yayın yapacak? Bunu tahmin etmek zor değil. Niyetlerinin Kürt dilini geliştirmek, Kürt edebiyatını, sanatını geliştirmek olduğunu sanmıyorum. Yerel seçimlerim öncesinde başlatılan bu açılımın bu anlamda samimiyetten uzak olduğu aşikardır. İdeolojik yayınlarla bu alanda yaşanan yasak ve hak ihlallerin daha da meşru bir hale getirileceği kaygısı taşıyorum. Kürt sorununun çözümüne hizmet etmeyecek, tersine Kürt sorununun daha da çözümsüz kılınmasına hizmet edecektir. Yani yıllardır Türkçe olarak yaptıkları propagandaları şimdi Kürtçe dilini kullanarak yapacaklardır.
"Bir parmak bal çalma" yöntemi öteden beri AKP'nin temel bir politikası haline geldi. Yerel seçimlerde başarılı çıkmak adına yine benzer söylem ve sahte açılımlarla Kürtleri ve Alevileri kandırmaya çalışıyorlar. Kürtçe TV ve Alevi açılımı adı altında geliştirilmek istenen yaklaşımlar bu aldatma politikasının bir parçasıdır. Dolayısıyla bu politikaya alet olmak çözüm bekleyen sorunlarımızın daha a çözümsüz kılınmasına hizmet etmiş olacak.
2009 yılında özgürlük ve demokrasi mücadelesinin gelişmesi her şeyden önce ilkeli ve tavizsiz bir duruşun hayata geçirilmesiyle mümkündür. Kürtlerin, Alevilerin ve Türk emekçilerinin birliği, aydınlık ve özgür geleceğimizin teminatı olacaktır.
2009'un bu istemlerin karşılandığı bir yıl olması dileğimle. (FT/TK)
BİA Haber Merkezi - İstanbul
02 January 2009, Friday
Ferhat TUNÇ
Yasin'i Vurup Felç Bırakan Polis Yine Tutuklanmadı
Polisin vurup felç bıraktığı Kırbaş'ın başka bir hastaneye sevki gerekirken hakkındaki yakalama emri kaldırılmıyor. Sanık polis Bülent Okumuş'un tutuklanması talebi yine reddedildi.
Malatya’da 3 kişinin öldürülmesi öncesinde ve sonrasında polisin suçlanmasına karşı bakanlık sadece bir ihmal saptadı Yok edilen görüntüler, 7 klasörün sanıklara, 9 klasörün ölenlere ayrılması, imla yanlışlarına kadar benzer ifadeler son derece normalmiş!Milliyet
TBMM yetkilisi bile polisten bilgi alamıyor
Polisin bir aileyi dövdüğünü Radikal’den öğrenen İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer?Üskül olayın peşine düştü ama ‘kendini koruyan mekanizma’ karşısında o bile çaresiz kaldı
"Polis bize haber sızdırır, iyi ki varsın Emniyet!"
Aksiyon dergisi bu hafta sayfalarını polis teşkilatının savunulmasına ayırmış. Dergi, Ergenekon soruşturmasında haksız yere eleştirildiğini düşündüğü polis teşkilatı için, polis gününde kullanılmak üzere, "yaratıcı" afişler de hazırlamış.
Aksiyon dergisi bu haftaki sayısında dikkatleri Ergenekon Operasyonu'na yönelik eleştirilerde "mağdur" olduğunu ileri sürdüğü polis teşkilatına çekiyor. Derginin haberine göre, "Ergenekon Terör Örgütü'ne yönelik soruşturmayı yürüten polisler, operasyonun başladığı günden itibaren her türlü haksız eleştiri ve tepkiyle karşı karşıya kalıyorlar", ancak, Ergenekon soruşturması kapsamında polis tarafından gözaltına alınanlar "polisi övücü" sözler etmekten geri durmuyorlar.
Ergenekon Davası'nda Başbakan kendisini "savcı", ana muhalefet partisi lideri de "avukat" ilan etmişken, Aksiyon dergisi de Ergenekon sürecinde haksızlığa uğradığını düşündüğü polis teşkilatını savunmayı iş edinmiş. "Aslında sadece savcı ve hâkimden aldıkları talimatı uygulamaya çalışan" Emniyet Teşkilatı'nın, "Ergenekon Terör Örgütü'ne (ETÖ) yönelik soruşturmanın başladığı günden itibaren belli bir kesimin hep hedef tahtasında" olduğunu ve "çok sert ve haksız eleştirilerin yanı sıra tehdit ve baskıya da maruz kaldığını" ileri süren Aksiyon dergisi, Ergenekon soruşturması dolayısıyla tutuklanarak serbest bırakılan bazı isimlerin polisi "övücü" sözlerinden yola çıkarak, polis teşkilatına, polis haftasında kullanılmak üzere afiş önerileri sunmuş.
Dergi, Yalçın Küçük, İlhan Selçuk, Kemal Gürüz, Kemal Alemdaroğlu, Mustafa Balbay, Sabih Kanadoğlu, Sinan Aygün, Nurseli İdiz gibi isimlerin Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanarak serbest bırakılmalarının ardından yaptıkları açıklamalardan, polise dair alışıldık kötü muamele sahnelerinin yaşanmadığını ifade eden sözlerini alarak, "afiş çalışmaları" haline getirmiş.
Afişlerden biri, Ergenekon soruşturmasında gözaltına alınarak tutuklanan ve 15 gün sonra bırakılan Yalçın Küçük'ün, serbest bırakılmasının ardından, eskiden kalma bir davasına ilişkin bir işlem gerekçe gösterilerek yeniden Emniyet'e götürülmesiyle ilgili olarak söylediği, "Emniyet beni çok sevdiği için hemen bırakmak istemedi. Onun için biraz daha beraber olduk" sözlerini taşıyor.
Poliste "yeni jenerasyon"
Aksiyon dergisi, son dönemde F tipi örgütlenmenin neredeyse tamamen hakim olduğu iddia edilen polis teşkilatının son yıllarda "çok değiştiğini" özel olarak vurgulamayı da ihmal etmemiş. Dergideki haber, poliste son dönemdeki değişikliği tarif eden şu paragrafla son buluyor: "Aslında emniyet teşkilatındaki bu değişim artık yeni nesil polislerin daha donanımlı olduğunu da gösteriyor. Üniversite mezunu, internet ve bilişim konusunda uzman, uluslararası ilişkiler, tarih, sosyoloji gibi belirli alanlarda master ve doktora yapan yeni bir jenerasyon var artık".
Radikal'den YILDIRIM TÜRKER
Kazmaya başlamışken
Ankara’yı kazarak başladılar işe. Bir de Hatay’ı.
Bizim de yıllardır söylemekten bıkmadığımız, bu memleketin kazıcılara ihtiyacı olduğu.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin sıkı bir arkeoloji çalışması beklediği.
Şimdi karşılaştıklarımız, kaybedip bir türlü bulamadığımız ya da bir yol köşesinde, bir orman kuytusunda, kimsesizler mezarlığında cesedini bulup katillerini bir türlü yakalayamadıklarımızı yok eden, yenilerini yok etmek için bekletilen silahlar.
Ergenekon harekâtının yürütülüş biçimi hakkında şiddetli hassasiyet gösterip ulaşılan bilgileri hiçe sayan, her şeyin Cumhuriyeti yıkma komplosunun bir parçası
olduğunu iddia eden başta Baykal olmak üzere bütün statükocular ne istiyor olabilir?
Kimi rütbelerini ve iktidar ilişkilerini kullanmaktan çekinmeyen insan gruplarının çeteler kurmak, silahlanıp suikastler yapıp toplu mezarlar kazmak ve benzeri eylemlere hakkı olduğuna inanıyorlar besbelli. Vatan söz konusu ise her şey teferruattır’a imanları sonsuz.
Kimi hakikatlerin devletin bekası adına birer sır olarak sonsuza dek mühürlenip gömülü kalmasını istiyorlar.
Kimi çok değerli postlarda icra eylemiş vatandaşların bir zamanlar yine çok değerli postlarda icra eylemiş ama kuyruğu kaptırıp hüküm yemiş bir vatandaşla birlikte alınması, dolayısıyla anılması, onları çok incitiyor. Hayır, işkence, kötü muamele, aşağılayıcı tavır ve
benzeri söz konusu değil. İtibar sarsıntısı bile katlanamadıkları bir durum.
Katlanabildikleriyse, katledilen Kürt vatandaşları, iş adamları, kuyularda asite atılan cesetler, uyuşturucu baronları, silah tacirleri, vahşi milliyet sabotajları, suikastler.
Halkına, halkının acılarına bu kadar kayıtsız kalabildikten sonra devlet denilen o kuytuda rütbelenmiş, semirmiş, apoletlerini altınlarıyla değiştirmiş, yazlıklarını cephaneliğe dönüştürmüş, oraya buraya silahlar ve kim bilir ne cesetler gömmüş adamların tutuklanması karşısında böylesine kıyamet koparabilmenin mutlaka birinci dereceden bir
nedeni vardır.
Daha kazılacak çok şey var.
Ama Ergenekon davasının artık geri dönülemeyecek noktaya doğru hızla gittiğini kabul etmek lazım. Çünkü kazı başlamış durumda.
Şüheda mı fışkıracak
Bu toprakları sıksan yalnız şehitler mi fışkırır? Bir kez kazmaya başlandıysa daha kazılması gereken çok kuyular, çok toplu mezarlar var.
Birkaçını hatırlayalım mı?
2004 yılında, 11 cesede ait olduğu anlaşılan kemikler, 10 yılı aşkın bir süredir yerleşime kapalı olan bir bölgede, bir dere yatağında bulunmuştu. Oracıkta topluca katledilmiş olduklarına dair bulgular vardı. Gömülmemişler bile. 2003 yılının Eylül ayında da Muş-Kulp karayolunun inşasında çalışan işçiler, çalışmaları sırasında insan kemikleri buldukları iddiasıyla Savcılığa başvurdu. Bildiğimiz kadarıyla bir araştırma yürütülmedi. 1993 yılında Alaca köyünde gözaltına alınıp kaybolan 11 köylü neredeyse unutulacaktı.
İHD Diyarbakır Şube Başkanı Avukat Selahattin Demirtaş, “Kemiklerin kayıp köylülere ait olabileceği görüşümüzü iki teşhis güçlendirdi. Biri eşine, bir mağdur da orada bulunan kumaş parçalarının kardeşine ait olduğunu açıkladı.
Ayrıca kemiklerin bulunduğu yerin 5-10 metre yükseğindeki tepede 20 kadar uzun namlulu silahlara ait mermi kovanı, aynı yere 700-800 metre geride ise bol miktarda konserve kutusu bulundu.
Tepedeki kovanlar bize, bu kişilerin buradan taranarak öldürülmüş olabileceğini açıkça düşündürtüyor. Bulunan kutuların da operasyon amacıyla buraya yerleşen birliğe ait olması çok kuvvetli ihtimal” diyordu.
9 Ekim 1993 günü Muş-Kulp-Lice üçgeninde yapılan operasyonda Alaca Köyü’nde tutuklanan Mehmet Salih Akdeniz, Celil Aydoğdu, Behçet Tutus, Mehmet Şerif Avar, Hasan Avar, Bahri Şimşek, Mehmetşah Atala, Turan Demir, Abdo Yamuk, Nusreddin Yerlikaya ve Ümit Taş’dan bir haber alınamamıştı. O dönem sıkça kapağı açılan muamma dosyasına yazılmışlardı. Kulp Savcılığı’na tahkikat için dilekçe ile başvuran kayıp yakınları, bir sonuç alamadılar.
Operasyon, General Yavuz Ertürk himayesinde yapıldı. Dava dosyasında, operasyonun Bolu Jandarma Tugayı’ndan geldikleri anlaşılan 2 bin 500 asker tarafından yapıldığı belirtiliyor. Operasyona General Ertürk’ün bizzat komutanlık ettiği kaydediliyor. Tanıkların ifadelerinden de anlaşıldığı gibi olay günü askerlerin köylüleri operasyon bitene kadar elleri bağlı olarak tuttukları, sonra da helikopterlere bindirerek götürdükleri anlaşılıyor.
‘Yetkililer’, kaybolan 11 köylünün PKK’ya katıldıklarını ileri sürerek kendini savunmuştu. Oysa AKP Milletvekili Torun’un da dediği gibi, “Toplu mezarın gerçekten köylülere ait olduğu anlaşılırsa, örgüte katıldıklarına ilişkin iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkacak”tı. Çıktı da. DNA testi, o kemiklerin 93’te kaybolan köylülere ait olduğunu kesinleştirdi.
Yanı başımızda patlayan bu toplu mezar; adını, dilini, kaydını bildiğimiz insanların bir dere kıyısında topluca kurşuna dizildiğini; arkalarından bir dua okunmasından geçtim, mezarlarını kazmak bile külfet geldiğinden öylece kurda kuşa terkedildiklerini anlatıyordu. O günlerde yazmışım: “Onları kimin kurşuna dizdiğini, bu konunun araştırılmasının bile nasıl yakınlarına zulümle cezalandırıldığını, 11 hayatın, daha binlercesiyle birlikte nasıl örtbas edildiğini öğrenmek istemiyor musunuz? Geride kalanların neredeyse 13 yıldır yaşadığı acıyı yüreğimizde, aklımızda, hayatımızın yordamında bir tartmak bize bir şeyler kazandırmayacak mı, sizce? Acının konaklarında anlayabiliriz birbirimizi. Kulp’ta sürüye sayılan Kürt’le burada diriye sayılan Türk’ün aslında çok da farklı yerlerinden kanamadığını hissettiğimizde önemli bir adım atmış olacağız. Görmezden geldikçe, yeni çukurlar kazılıyor usul usul. İyi çocuklar cirit atıyor kanayan bağrımızda. Görmezden geldikçe acıların kolay hazmedildiği bu coğrafyada torunlarımıza neyin soykırım neyin katliam, neyin
kıyam olduğu üstüne birbirlerini kıyasıya vatan haini diye yaftalayabilecekleri bir tarih paketi bırakıyoruz demektir.”
Şimdi artık tanımaya başladığımız Ergenekon kaçağı Levent Sönmez’i devletin yakın
zaman önce göğsünü siper ederek koruduğunu, onu 25 Ocak 2001’te çağrı üzerine Silopi Jandarma Komutanlığı’na giden, sonra da kendilerinden bir daha haber alınamayan HADEP Silopi İlçe yöneticileri Serdar Tanış ile Ebubekir Deniz’in kayıp edilmeleriyle ilişkilendiren Evrensel gazetesini mahkûm etmişti. D evlet Güvenlik Mahkemesi (DGM), Şubat ve Mart 2001’de bugün aranan eski Şırnak Jandarma Alay Komutanı Ersöz’ü koruyan kararının dili nasıldı dersiniz? Mahkeme Ersöz’ü ‘Terörle mücadelede görev almış kamu görevlisi’ olarak nitelendiriyor, haberde Ersöz’ün kimliğine yer verilerek ‘terör örgütlerine hedef gösterildiği’nden dem vuruyordu. Şimdi kaçak Ersöz’ün marifetlerinden rahatlıkla söz edebiliyor olmamız bile kutlu bir durumdur. Tanış ve Deniz’in cesetlerinin de asit kuyularından çıkabileceği bekleniyor.
Nitekim Şırnak Barosu ’nun, Tuncay Güney ’in JİTEM tarafından 1990 ’lı yıllarda öldürülen pek çok kişinin asitle yakıldıktan sonra Silopi ’de bulunan BOTAŞ Tesisleri’ne ve Cizre-Silopi güzergâhındaki bazı noktalara açılan kuyulara gömüldüğü yönündeki bilgilere ilişkin suç duyurusunu dikkate alan Silopi Cumhuriyet Başsavcılığı, kuyuların açılması yönünde karar verdi.
O dönem yakınlarını kaybetmiş olanlar şimdiden dizilmeye başladı kuyuların önüne.
Memleketin yüzölçümü geniş. Yerimizse çok dar.
Yeraltının kamuoyuna açılması hepimize kutlu olacaktır.
Faili meçhul komisyonu üyeleri 1000 cinayeti 15 yıl önce görmüştü...
Türkiye / 24/10/2008
ANKARA - Eski Özel Harekât polisi Ayhan Çarkın’ın Arena programında yaptığı açıklamalar ve Ergenekon davasının iddianamesinde yer alan bilgiler, faili meçhul cinayetlerin yoğun yaşandığı karanlık bir döneme ilişkin bazı ipuçlarını ortaya koydu. 1993’te Meclis’te kurulan ve iki yıl boyunca çoğu Diyarbakır, İstanbul ve Mardin’de olmak üzere 1000’den fazla ölümü araştıran TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun üyeleri, bugün ortaya çıkan bilgiler ışığında geçmişe baktıklarında o gün yaptıkları ‘tespitlerin’ ne kadar doğru olduğunu gördü. Komisyon üyeleri, faili meçhul cinayetlerin ‘devlet adına iş yapanlar’ca ‘devletin menfaati’ gerekçesiyle işlendiği görüşünde. Ancak delilleri ortaya konulmadı. Çünkü, bu kişiler, yine devlet adına çalışanlarca korundu.
Aşık: Hizbullah nerede?
Komisyon üyelerinden Eyüp Aşık, “Hizbullah ne oldu?” diye sordu. Faili meçhullerin arkasında daha çok Hizbullah örgütünün yer aldığını kaydeden Aşık, “Güneydoğu’da terörle mücadelede devletin en etkili üç silahı vardı. Özel tim, koruculuk ve Hizbullah. PKK’ya asıl darbeyi Hizbullah vurmuştu. Daha sonra Hizbullah örgütüne resmen son verildi. Devlet o zaman büyük ölçüde onların arkasında duruyordu” dedi. Adıyaman’da Hizbullah’ın 80 çeşit faaliyetini gözüyle gördüğünü ancak Emniyet Müdürü ve dönemin İçişleri Bakanı’nın ‘Hizbullah diye bir şey yok’ dediğini anlatan Aşık, “Orada anlıyordum ki, o dönemde Hizbullah’a destek veriliyordu” dedi. Aşık, komisyon olarak faili meçhullerle ilgili birçok şeyi araştırmaya kalktıklarını ancak bilgi alamadıklarını da vurguladı:
“Birinden bir şey istedik bilgi gelmedi, öbürü sorgulanamadı, yardımcı olunmadı. Özel tim, Hizbullah, Ergenekon belki bilmediklerimiz de var, o dönem terörle mücadelede başarılı olunmuştur ama hukuk, insan hakları gitmiştir.”
Korkutata: Engellendik
Komisyon üyelerinden Hüsamettin Korkutata, çalışmalarının ‘egemen güçler’ tarafından engellendiği görüşünde:
“Askerin içinde olanlar, buna savcılar da dahil, bu konuda etkili noktada bulunanlar önümüzü tıkıyordu. Nusret Demiral (eski DGM Başsavcısı) bütün mahkemelere bilgi ve belge almamızı engelleyen yazılar yazıyordu. Bilgi verilmeyince, komisyonun cebren bilgi alma yetkisi yoktu. Özel Harp Dairesi’nden insanlar çağırdığımız zaman göndermiyorlardı. Meclis Başkanlığı’na dahi telefon ediyorlardı, ‘Bunları istemeyin’ diye. O gün asker önünü tıkamıştı ama bugünkü komuta kademesi bu bilgilerin önünü açmıştır.”
Bu olayların içinde Ayhan Çarkın gibi yüzlerce kişi olduğunu kaydeden Korkutata, “Yeşil, Mahmut Yıldırım gibi çok çok insan var. O zamanlar ‘devlet sırrı’ denilmeyip anlatılsaydı, soruşturmalar açılsaydı bu kadar faili meçhuller olmazdı. Çarkın, bunları söylemeli. Başkaları da açıklamalı” dedi. Cinayetlerin devletin içinde kendini daha çok devletçi sananlarca bilindiğini söyleyen Korkutata, Veli Küçük’ün bunlardan biri olduğunu savundu. Korkutata, “Çünkü bunlarla irtibatı vardı. İtirafçı ordusu vardı, bunları devlet adına kullanıyordu” dedi. Savaş Buldan cinayetini de soruşturduklarını anımsatan Korkuata, sözlerini şöyle sürdürdü:
“JİTEM’in kapısında kayboldu. Ondan sonra kimse bilgi vermiyor. Batman’da bilgi veren Emniyet Müdürü’nü görevden aldılar. Ondan sonra adamların ağzını bıçak açmıyor. Bunlar kendiliğinden olan şeyler değil. Hepsi sıkıştırılıyordu. Faili meçhullerin, kendisini devletten daha çok devletçi sanan kişiler tarafından yapıldığı inancı içindeyim. Devletin menfaati diye yaptılar. Birileri de bunları korudu, iyi ki yapılmış deyip üzerine gitmedi. Savcılar da gitmedi. Biz Batman Valisi hakkında suç duyurusunda bulunduk ama hiçbir şey yapılmadı. Daha sonra bu adamın silah işine karıştığı tespit edildi ve hakkında silahtan muamele yapıldı. Uğur Mumcu olayında şahitlerden birinin ifadesinde tahrifat vardı. Sonra o kişi kaçırılıyor, adresi verilmiyor. Bazı şeyler çürütülüyor, sonra ortaya çıkarılıyor.”
Yılmaz: ‘Konuşmayın’ denildi
Komisyon üyesi Mustafa Yılmaz ise o dönem bazı gerçeklerin saptandığını, üzerinde durulsa birçok olayın aydınlatılabileceğini ancak Meclis’in hazırlanan raporu gündeme bile almadığını söyledi. Yılmaz, her şeyin devlet sırrı kapsamına girdiğini belirtti:
“Eski DGM Başsavcısı Nusret Demiral, Emniyet’e yazı yazarak, ‘komisyon üyelerine bilgi vermeyin’ diye talimat vermişti. Özel Harp Dairesi ile ilgili Genelkurmay Başkanlığı’na yazı yazıp, yetkilileri dinlemek istemiştik. Genelkurmay, Meclis Başkanı’na telefon ederek, ‘Komisyon ne yapmak istiyor? Biz elemanlarımızı deşifre ettirmeyiz’ demişti. Hukuki yetki yoktu, önümüzde siyasi ve bürokratik engeller vardı.. Bugün Ergenekon davası açıldı ama eksik. Hiç mi bu davada polis yok? O dönemde bazı suçluları yurtdışına kaçırmak için Nevşehir’de polislerin pasaport verdiğini biliyoruz”
Seyfi: Delilleri vermediler
Komisyon üyesi Osman Seyfi ise Abdi İpekçi cinayetinde başlayarak süre gelen faili meçhulleri incelediklerini belirterek “Devlet içinde bir oluşumun olduğu yolunda şüphelerimiz vardı. Ama pek de ipucu yakalanmadı. Resmi makamlar delilleri bize vermedi” dedi. Faili meçhul cinayetlerin çözümü için siyasi iradenin tarafsız kalarak, yargının arkasında durarak olayları çözebileceğini kaydeden Seyfi, “Ama bundan siyasi rant sağlamaya çalışılırsa sonuç çıkmaz” dedi.
‘Geçmişin izi Ergenekon’da’
‘Faili meçhul’ cinayete kurban giden Kürt işadamı Savaş Buldan’ın eşi DTP milletvekili Pervin Buldan, geçmişte yaşanan bu cinayetlerin aydınlatılması için Ergenekon davasının iyi bir fırsat olduğuna inanıyor: “Davanın üzerine gidilmesi, Ayhan Çarkın’ın yeniden yargılanması gerekiyor. Çarkın’ın basında çıkan ifadeleri ışığında yeniden bir Meclis araştırması istiyorum. Bu nedenle önerge verdim. Cevap alamadım henüz. Türkiye’deki faili meçhul cinayetler bu gelişmeler ışığında yeniden incelenmeli.”
Çarkın’ın geçmişteki cinayetlerde parmağı olduğunu bildiklerini söyleyen Buldan, “O dönem hiçbir işlem yapılmadığı gibi bugün çıkmış diyor ki; ben 1000 cinayet işledim. Bu 1000 cinayet içinde benim eşim de var. Bunu çok iyi biliyorum. Biz o dönem bu ismi görgü tanıklarına dayanarak tespit ettik” dedi.
O benim Babam
Yalçın Ergündoğan yalcin.ergundogan@sesonline.net YAŞAM SAVUNUSU
2009-01-20 - 21:31:00
‘O benim babam...’
Hastane kapısında genç bir kadın. Ağlamaklı. Belli ki bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yüz ifadesinin dışavurumundan ve sesinin titrekliğinden çok belli. Bir yakını, yürekten sevdiği biri için, canını vermeye hazır gibi. Kendisine uzatılan mikrofonlar, yüzündeki ağlamaklı halini biraz daha görünür kılan kameraların ışıkları altında “O benim babam...” diyor. “Babamın durumu çok ağır... Babam şu anda yoğun bakımda. Damarının birine stent takılı. Bir damar yüzde 50, diğeri yüzde 90 tıkalı. Bunlara da stent takılmasını istiyoruz" diyor ağlamaklı sesi ile...
Sonradan annesi olduğunu öğrendiğimiz yüzü asık, resmi duruşlu kadın ise kameraların önünde kızını kolundan tutup çekiştiriyor: “Kimseye açıklama yapmıyoruz!..” Ama ağlamaklı genç kadın ise, annesine inat açıklamalarını sürdürüyor. "Ben bunun insani boyutunu anlatıyorum. Bu insan ‘benim babam’. Şu anda uyuyor. Henüz göremedim. Hayati tehlikesi var. Anjiyosu yapıldıktan sonra prostat ameliyatı acilen yapılmalı... Dedemizi prostattan kaybettik. Babamızın kanserden ölmesini istemiyoruz!..”
* * *
Yürek acıtan yukarıdaki sözler, Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) operasyonun kendisine uzandığı bilgisini edinir edinmez Rusya'ya kaçtığı polisçe tespit edilen ve önceki gün yakalanıp, sorgusunun ardından tutuklanan "Sarı Levent" lakaplı general Levent Ersöz’ün kızı Fulya Ersöz’e ait... Konduğu cezaevinde kalp krizi geçiren Emekli tümgeneral Levent Ersöz, Veli Küçük'ün ve dönemin Jandarma Genel Komutanı orgeneral Şener Eruygur'un istihbarat başkanı olarak çok yakınında bulunan kişi. Oramiral Özden Örnek’in notlarına göre de; “Ayışığı" ve "Sarıkız" kod adlı darbe girişimlerinde gerekli organizasyonu yapan kişilerden. “Eruygur cuntası”nın kilit isimlerinden biri... 2001'de Silopi HADEP İlçe Başkanı Serdar Tanış'la yardımcısı Ebubekir Deniz'in çağırıldıkları jandarma binasında kaybolmasından, -Şırnak Alay Komutanlığı yapan- Ersöz sorumlu tutuluyor. Ersöz'ün HADEP Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz’i jandarmaya davet eden isim olduğu biliniyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne kadar giden davada Türkiye tazminat ödemeye mahkûm oldu. AİHM'nin bilgi istediği Ersöz ifade bile vermedi. O dönemde albay olan Ersöz, daha sonra generalliğe terfi ettirildi.
“BABAMIZ NEREDE?”
Şırnak, Silopi Merkez Jandarma Karakolu yetkililerince 25 Ocak 2001 tarihinde karakola çağrılan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Silopi İlçe Başkanı Serdar Tanış ve İlçe Sekreteri Ebubekir Deniz, aradan geçen yıllara rağmen hala bulunamadı.
Serdar Tanış’ın eşi Selma Tanış,"Olayın üzerinden seneler geçmesine rağmen bu kişiler hakkında hiç bir işlemin yapılmaması acımıza acı katmaktadır. Biz faillerin bir an önce ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Eğer eşim sağ ise bize teslim edilsin. Eğer öldürmüşlerse biz onun ölüsünü de istiyoruz." Hêja ve Diyar isminde 2 çocuğu olan Selma Tanış, eşi kaybedildiği zaman çocuklarının küçük yaşta olduklarını belirterek, "Çocuklar o dönemde çok küçüktü. Onun için her gün 'babamız nerede' diye soruyorlar. Ben de onları oyalıyorum. Ama çocuklara bir gün gerçeği söylemek zorundayım. Ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum" diyor.
* * *
Mevlit , Ceylan , Hevin ve Serkan adlı 4 çocuğu olan Ebubekir Deniz'in eşi Divan Deniz, ise çaresiz. Acılar içinde şunları söylüyor:
"Büyük oğlum ve kızım, babalarının kaybedildiğinden haberdar. Ancak diğer iki çocuğum babaları kaybedildiği zaman yaşları küçük olduğu için babalarının kaybedildiğinden habersiz. Küçük çocuklarım babalarını sorduklarında onlara cevap veremiyorum. Ben çocuklarıma nasıl 'babanız kaybedildi' diyebilirim ki? Bayramlarda 'babamız niye bayrama gelemedi' diye soruyorlar. Yıllar geçti. Onları çok özledik."
Oğlunu yitiren bir ananın feryadı ile konuşan Ebubekir Deniz’in annesi Emine Deniz ise; “Benim yüreğimi yaktılar. Ama ben ‘onların ki de yansın’ demeyeceğim. Sadece oğlumu istiyorum. Bedenine bir kez daha dokunmak istiyorum. Saçlarını okşamak istiyorum. Ama biliyorum ki bir daha olmayacak. Bu kapıdan içeri girmeyecek. O zaman bana mezarını versinler'
* * *
Masum çocukların ağlamadığı, çaresizlik içinde çırpınmadığı, evrensel hukuk kurallarının işlediği bir Türkiye’yi yaratmanın yolu ‘Ergenekon Terör Örgütü’ gibi yapılanmaların, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde en son halkasına dek dağıtılmasını gerektirmiyor mu?..
Toplumca bunda uzlaşamayacaksak, nerede uzlaşacağız?..
SesOnline
Çocuk edebiyatı mı, kolluk edebiyatı mı?
TALİP KURŞUN
MEB’in Çocuk Edebiyatı dizisinden: “Devlet büyüklerimiz seni ağlarken görmesin. Onları üzme. Dayıların vazifelerini yaptılar. Turcanya için şehit oldular. Sen onların yerinde olmak istemez miydin?”
Ekim 2008’de adli tutukluların linç etmeye çalıştığı PKK’lı kadın tutuklulara slogan attıkları gerekçesiyle ‘gürültü çıkartmak’tan kınama cezası verildi. Olaydan sonra iki kadın tutuklu başka cezaevine gönderildi...Radikal
Post a Comment